Dün sabah ülkecek güneşin doğmadığı bir sabaha uyandık.
Ülkecek yastayız, “ateş düştüğü yeri yakar” derler. Doğru. Ne kadar üzülsek, içimiz yansa da işte…
Bugün ilişkiler hakkında yazacaktım. Doğru olur mu bilemedim. Ama televizyonu her açtığımda, her iyi haber de her kötü haberde aklıma gelen tek şey bu.
Ailelerimiz, dostlarımız, sevdiklerimiz…
İlişkiler konusunda öyle zoruz ki, anlaşılmaz, inatçıyız.
Yarınımız varmış gibi heba ediyoruz anlarımızı. Böyle acılar durduruyor, düşündürüyor bizi ama acısı biraz azaldı mı unutuveriyoruz ölümün olduğunu, yarının belirsiz olduğunu.
“O beni kırdı, o aramadan aramam, o gelmeden gitmem.”
Yarın belki de o telefon acı acı çalacak ama açan olmayacak, gittiğinde orada seni bekleyen biri olmayacak.
Gidebildiğinde atmadığın adımlar… Belki de gitmek istediğinde tüm yollar kapanacak.
Gururumuz çok kırılgan, egomuz çok sağlam.
İlişkilerimiz pamuk ipliğinde, kızmak, kırılmak çok kolay.
Telafi etmek, bir adım atmak, iletişim kurmak neden böyle imkansız?
Sevdiklerimiz en değer verdiklerimiz, en kırıldıklarımız, bizi en çok üzen, en çok kızdıran, en çok hayal kırıklığına uğratan…
Neden?
Birini, bir şeyi kaybetmeden değerini neden anlayamıyoruz?
Neden bu kadar gelişen bir toplum insan ilişkilerinde böyle ilkel?
Sevdiğini söylemek, göstermek, adım atmak güçsüzlük mü?
Karşındakine vazgeçilmez olduğunu göstermek mi?
Varsın yoksun öyle olsun.
Sonradan, “neden adım atmadım, neden içimdekileri kusmadım, neden hissettiklerimi söylemek yerine onu kırmaya çalıştım” demek yerine iyi ki dediğimiz ilişkilerimiz olsun.
İyi ki varlığında onlaydım.
Ne kadar tersi için duacı da olsak, güneşin doğmadığı sabahlarımız olacak.
O güneş içimizde, ilişkilerimizde filizlenecek. Ve en sisli, fırtınalı günde bile bulutların arasından usulca gülümseyecek.
Her gun güneşinin doğması dileğiyle.